Pazar sabahı elime rastgele bir kitap aldım. Sait Faik’in bir hikayesi çıktı. Sinarit Baba… Sait de balıksız, martısız, yosunsuz, denizsiz hikaye yazmadı. Başka bir kitap çektim. Ruşen Eşref’in “Boğaziçi”. Niyete bakar gibi bir sayfa açtım:
“İki sandalda iki sandalcı, suya oltalarını atmışlar, parmakları birer haber bekler gibi tetikte idi. O sırada, biri ötekine dedi ki:
-Balık tutmak, para tutmak gibidir.”
Kitabı bıraktım, gazeteyi aldım. Havadis: “Boğaza balık akını”
“Dün tutulan balıklardan 10 bin çift palamut denize döküldü”
Balıkçıların bir ilanı: “Vatandaş!…Balık ye!…”
Tam o sırada mutbaktan bir ses:
-Öğleye kalkan pişirelim, tam kalkanın mevsimidir.
Balık lafı duymamak için, kendimi dışarı attım. Köşe başından balıkçının sesi:
–Derya kuzuları bunlar!…
Sokağa saparken balıkçı dükkanından sesleniyorlar:
-Hey babam hey!… Babalık bu balık, başka balık!…
Köprü’ye geldim ne göreyim. Köprü’nün Haliç, Boğaz, iki tarafı balıkçı kayalıkları ile silme. Denizin yüzü görünmüyor.
İskeleye indim. Her dubanın üstünde,
birer adım arayla çömelmişler, ellerinde olta, balık bekliyorlar. Balık oltaya düştü mü, kulacı açıp kapayıp o oltayı çekmenin bir raconu var. Oltanın iğnesindeki balık, havada küçük, kesik kavisler çize çize çırpınıyor. Güneş ışıkları, ıslak sırtında çakıp sönüyor. Canım lüferi insanın serin serin tutup öpesi geliyor. Solungaçları açılıp kapanıyor. İnsan havasızlıktan, balık da havadan boğuluyor.
Vapura bindim. Güverteye çıktım. Vapur kalktı. Sarayburnu’ndan Üsküdara kadar deniz balıkçı kayıklarıyla örtülü. Yanımda oturan adam:
-Bey oğlum, dedi, dünya’nın en lezzetli balıkları Boğazda çıkar.Neden dersen…
Benim ‘’neden’’ diye sorduğum yok ama, o anlatıyor:
-Çünkü efendim. Karadenizin suyu Akdenizinkinden daha az tuzludur. Karadenize malum-u aliniz, nehirler karıştığından litresinde 18 mg tuz bulunur. Akdeniz suyuna gelince, litresinde 40 mg tuz vardır. Hemşeriyiz diye değil vallahi…
-Ne hemşerisi?…
-Yani ben de Boğaz’lıyım da… Boğaz balıklarını hemşerim oldukları için methetmiyorum. Filezof Aristo da bunu böyle yazmış. Boğaz balıklarının üstüne dünyada yok. Meşhur coğrafyacı Amasyalı Strabon da o fikirde. Haaa… Sonra Romalı meşhur tabiuyyundan Piyne de Boğaz’ın balıklarının lezzetini methede ede bitiremez.
Adam sanki büyük bir ansiklopediden ‘’balık’’ maddesini okuyor:
-Balıkçılık Enstitüsünde hoca mısınız?
-Yok canım… İstanbulluyum, artık bu kadarcık ta balığa dair bilgimiz olmasın mı? Sormak ayıp olmasın ama siz nerelisiniz?
Utandım da’’doğma büyüme İstanbulluyum’’diyemedim.
-Konyalıyım, dedim.
Sen misin diyen… Tatlı su balıkları, göl balıkları, alabalık…
-Bana müsaade … Bu iskelede iniyorum…
Dedim de zor kurtuldum.
-Tam levrek’in mevsimi, dedi… Boğaz’ın en meşhur balıkları, levrek, kefal, lüfer, sarıkanat, palamut, torik, istavrit, uskumru, kalkan, gümüş, hamsi, kırlangıç…
Ben, yanından vapurun burnuna kaçarken, o dalmış hala balık ismi sayıyordu.
Bir genç bana, parmağını denize uzatıp:
Kılıç’ı görüyormusun kılıç’ı?…dedi. Cevabımı beklemeden devam etti:
-Hay arslan hay!.. Denizlerin padişahı. Hiçbir şeyden korkmaz bu kılıçlar. Balina yok mu, balina.. Ona bile saldırır. Testere balıklarının, cam gözlerin anasını ağlatır. Hızlı da yüzer haaa.. Gemilere öyle saldırır, hızından kuyruğu kırılır.
-Yeter be birader; diyemiyorum. O boyuna kılıç anlatıyor.
-Bizim Boğaz’ın kılıçları, en kabadayısı seksen, yüz kilo çeker. Sicilya taraflarında yedi metre boyunca iki yüz kilolukları olurmuş…
Daha dinlesem kılıç hakkında kılıç hakkında birkaç kitaplık bilgi anlatacaktı.
-Siz balıkçı mısınız?
-istanbulluyuz, bu kadar da balığı bilmezsek ayıp… Sonra bu kılıçlar…
-Ben bu iskelede ineceğim, dedim.
Hemen salona kaçtım. Yanına oturduğum ihtiyar bir kadın:
-Balık tutmak marifet değil evladım, dedi. Marifet onu pişirmede. Mesela al izmarit… Nasıl pişer bilir misin? Bak anlatayım da öğren.. Eğer pişirmesini becerebilirsen çok lezzetlidir evladım.
-Ben bu iskelede iniyorum. Allaha ısmarladık.
Vapurun sancak tarafındaki yanına geçtim. Tam oturacaktım iki adam konuşuyor.
-Kilyosun dalyanı üstüne yoktur.
-Yenimahallenin dalyanı da iyidir.
-Ya bebek dalyanı, Beykoz…
İskele tarafındaki yana kaçtım. Orada da balık.
-Kalkan’ın mevsimi 15 nisandan 15 hazirana kadar. Kılıç, haziran ağustos arası.
-Eylül de girdin mi lüfer…
-Uskumrunun yağlısı ekimde…
Vapurda oturacak yer bulamıyorum. Ayakta kaldım. Benim gibi ayakta üç kişi, çok şükür balıktan değil politikadan konuşuyorlar.
-Birader demezler mi balık baştan kokar diye…
-Tuh şu balık politikaya bile girmiş. Vapurun en dip salonuna gittim. Hava sıcak olduğu için burada kimseler yok. Daha gözüm karanlığa alışmadan bir ses:
-Maaşallah bu sene balık bol…
Baktım yaşlı bir zat.
Artık vapurda kaçacak yer olmadığı için dinlemeye mecburdum:
-Balıkçımısınız? Diye sordum.
-Yooo, dedi. Emekliyim. Balıklar ilkbaharda bir, sonbaharda bir Karadeniz’den Marmara’ya geçerler… İşte o zaman..
-Lafını kestim…
-Balıksız bir laf yok mu?
Emekli bir terslendi:
-Balıksız lafın tadı olur mu?
-Müsaadenizle ben burada ineceğim.
Bebek’te indim. Doğru sahil lokantalarından birine.Garsona:
-Ne var? Diye sordum, saymaya başladı:
-Midye tavası, midye yahni, midye dolma, taze ıstakoz, balık yumurtası, lüfer, mercan, kılıç şiş…
Garsona:
-Balıksız bir şey yok mu?Demedim.
-Aman hepsinden birer porsiyon getir, dedim, çiroz salatasını da unutma.
Eve gider gitmez de, lıkır lıkır bir bardak balık yağı içtim.Ondan sonra olanları sormayın artık !
Aziz Nesin