Uskumru dermiş ki : ‘’Lüferden korkmasam, kofanadan kaçmasam Marmara’nın altını üstüne getiririm!…Hamsi dermiş ki: ‘’Lüferden korktuğum kadar kılıçtan ürkmem!..
Biz onu sofrada, tabağın içinde gayet lezzetli bir balık olarak tanırız ve severiz. Siz onu gelin bir de denizde görün. Hatta denizden çıkarken görmelisiniz bu haini!Ne edepsiz mahluk olduğunu o zaman anlarsınız işte… O leziz, o nefis lüfer tam manasıyla bir Marmara kabadayısıdır. Yalnız Marmara’nın mı? Hayır. Onun borusunun öttüğü saha Karadeniz’den Selanik’e, İskenderiye Limanı’na kadar uzanır, gider. Kendisinden çok büyük balıklara bile saldırır. En ümitsiz anlarında bile, yaşamak azmi içinde yaptığı korkunç mücadele, insanlara numune olacak kadar büyüktür.
En usta balıkçılara bu yüzden yaka silktirmektedir. En sağlam oltaları kesip,kaçmak hususunda emsalsiz feraset sahibidir. Oltaya yakalanmadan ve yakalandıktan sonra türlü numaraları, çeşitli dalavereleri vardır. Kendini zokaya kaptırmadan , yemi yapraklayıp kopararak, yarısını afiyetle yuttuktan sonra kaçar gider.Oltaya geldikten sonra, lüferi çekmek de çok dikkat isteyen iştir.En küçük bir ihmal gösterirseniz, yıldırım hızı ile elinizi kapar. Gayet sivri olan dişlerini elinize geçirir. Fena ısırır. Yalnız alt çenesinde 18-20 tane, üst çenesinde ise 15-16 tane iğne misali sivri diş vardır. Barbunya ve tekir gibi dilsiz değildir.
İşte böyle belalı bir balıktır lüfer…
Ama “tatlı bela” kabilinden leziz bir bela! Lüfer Selanik’ten İskenderiye’ye kadar bütün Akdeniz’de çıkar ama oraların halkı hakiki lüfer lezzetini ,ancak Türkiye’ye gelip bu balığı burada yedikten sonra öğrenirler. Edepsizdir, huysuzdur filan ama Türk lüferinin lezzeti, hiçbir denizin lüferinde bulunmaz.
Bizde sonbaharın iki habercisi vardır.Havada kavrulan kestane,denizde tutulan lüfer.Boğaziçi’nde oturanlar, öteden beri sonbaharın teşrifini,akşamları Bebek koyunu dolduran fenerli lüfer sandallarından anlarlar.Hakikaten de lüfer zamanı, Bebek koyu, Arnavutköy önlerinde ta Fındıklı’ya kadar içlerinde pırıl pırıl lambalar yanan lüfer sandalları adeta bir şehrayin manzarası arz ederdi.
Bu satırların yazarı, 1946 yılında San Francisco şehrinde Ermeni bir vatandaşla tanışmıştı.Arşeyk isminde bir Arnavutköylüydü. 35 sene kaldığı San Francisco’da Mr.Arşeyk olmuştu.Pek varlıklı bir adamdı. Dünyaca ünlü San Francisco balık pazarında büyük bir balık lokantası işletiyordu. Arşak efendi bir akşam “Seni bu akşam Arnavutköyü’ne götüreceğim” diye tuturdu. Ve kalktık kendisinin evine gittik. Hakikaten de büyük bir salonda Arnavutköyü ile karşı karşıya gelmiştim.Duvar boyunca şöyle bir asılmıştı.Bir eylül sonu akşamı, ışık ışık lüfer sandalları…”Bebek Koyu ve Arnavutköy” diyordu. Arşak Efendi “Baktıkça ağlayasım gelir!” diyordu. Gözünü seveyim, böyle manzara nerede bulunur?
Burhan Büyükdalyancı